بَاب
التَّشَهُّدِ
177-178. Teşehhüdle
İlgili Hadisler
حَدَّثَنَا
مُسَدَّدٌ
أَخْبَرَنَا
يَحْيَى عَنْ
سُلَيْمَانَ
الْأَعْمَشِ
حَدَّثَنِي
شَقِيقُ بْنُ
سَلَمَةَ
عَنْ عَبْدِ
اللَّهِ بْنِ
مَسْعُودٍ
قَالَ كُنَّا
إِذَا
جَلَسْنَا
مَعَ رَسُولِ
اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ فِي
الصَّلَاةِ
قُلْنَا
السَّلَامُ
عَلَى اللَّهِ
قَبْلَ
عِبَادِهِ
السَّلَامُ
عَلَى
فُلَانٍ
وَفُلَانٍ
فَقَالَ
رَسُولُ اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ لَا
تَقُولُوا
السَّلَامُ
عَلَى
اللَّهِ
فَإِنَّ
اللَّهَ هُوَ
السَّلَامُ
وَلَكِنْ
إِذَا جَلَسَ
أَحَدُكُمْ
فَلْيَقُلْ
التَّحِيَّاتُ
لِلَّهِ
وَالصَّلَوَاتُ
وَالطَّيِّبَاتُ
السَّلَامُ
عَلَيْكَ
أَيُّهَا
النَّبِيُّ
وَرَحْمَةُ
اللَّهِ
وَبَرَكَاتُهُ
السَّلَامُ
عَلَيْنَا
وَعَلَى عِبَادِ
اللَّهِ
الصَّالِحِينَ
فَإِنَّكُمْ إِذَا
قُلْتُمْ
ذَلِكَ
أَصَابَ
كُلَّ عَبْدٍ
صَالِحٍ فِي
السَّمَاءِ
وَالْأَرْضِ
أَوْ بَيْنَ
السَّمَاءِ
وَالْأَرْضِ
أَشْهَدُ
أَنْ لَا
إِلَهَ
إِلَّا
اللَّهُ
وَأَشْهَدُ
أَنَّ
مُحَمَّدًا
عَبْدُهُ
وَرَسُولُهُ
ثُمَّ
لِيَتَخَيَّرْ
أَحَدُكُمْ
مِنْ
الدُّعَاءِ
أَعْجَبَهُ
إِلَيْهِ
فَيَدْعُوَ
بِهِ
Abdullah b. Mes'ûd
(r.a.)'den; demiştir ki:
Biz, Resûlullah
(s.a.v.)'le birlikte namazda oturduğumuzda, "selâm, kullarından önce
Allah'a olsun selâm (meleklerden) filâna filâna olsun" derdik. Hz. Nebi
(s.a.v.): "Selâm Allah'adır, demeyiniz. Çünkü Allah'ın kendisi selâmdır.
Lâkin ka'deye oturanınız;
her türlü tahıyye, bütün
ibadetler ve güzel sözler sadece Allah içindir. Her türlü selâm, Allah'ın
rahmeti ve bütün hayırlar da sana olsun ey nebî, selâm bize ve Allah'ın sâlih
Kullarına olsun."-(Selâm salih kullara olsun, sözünü kastederek)
"Sizden her kim bunu söylerse yerdeki ve gökteki, veya [Şekk Musedded'e aittir.] yer ve gök arasındaki her sâlih kul'a isabet
etmiştir.- Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.v.)'ın onun kulu ve
Rasûlü olduğuna şahitlik ederim" desin" buyurdu.
Rasûlullah (s.a.v.) devamla:
(Bundan) sonra beğendiği herhangi bir duayı seçip onunla duâ etsin buyurdu.
Diğer tahric: Buhârî,
ezan, isti'zan, deavat, tevhîd; Müslim, salât; Nesâî, tatbik, sehv; İbn Mâce,
ikâmet; duâ; Tirmizi, salât, Deavât; Dârimî, salât; Muvatta' nida; Ahmed b.
Hanbel, I, 413.
AÇIKLAMA:
Abdullah b. Mes'ud'un
rivayet ettiği bu hadis, teşehhüdün lâfızlarını ve ihtiva ettiği fazîletleri
beyân etmektedir. Metinden anladığımıza göre, müslümanlar önceleri, ka'delerde
"selâm kullarından önce Allah'a olsun, selâm filâna, filâna olsun"
diyorlardı. Buradaki filân, filandan maksat, meleklerdir. Buhârî'deki,
"Biz Rasûfullah'ın arkasında namaz kıldığımız zaman selâm Cebrail'e ve
Mikâil'e olsun derdik" şeklindeki hadis ile Müslim ve İbn Mâce'deki,
"kullarından" tarzındaki rivayet bu filanların, melekler olduğuna
işarettir.
Buhârî ve Müslim'in
rivayetlerinden anladığımıza göre bir gün Hz. Peygamber, ashaba dönmüş ve
"Selâm Allah'adır demeyiniz, çünkü Allah'ın kendisi selâmdır"
buyurmuş ve akabinde, bugün Hanefîlerin ka'delerde oku-dukan teşehhüdü
öğretmiştir.
Selâm; âfet ve
noksanlıklardan salim olmak manasınadır. Allahu Teâlâ bunları, kullarından dilediğine
verendir. O halde, Allah için selâmet istenmesi abestir.
Bu konuda bazı âlimler
şu izahları getirmişlerdir:
"Hâsılı,
Rasûlullah (s.a.v.) Allah'a selâm vermeyi beğenmemiş, söylenmesi gerekenin
bunun aksi olduğunu ifade etmiştir. Çünkü, selâm ve rahmetin tümü Allah'a
aittir ve O'ndandır. O'nun sahibi ve vericisi de Allah'tır."
(Beyzâvî).
"Bundan murat;
Allah kendisi selâm sahibidir. Selâm Allah'a olsun demeyiniz. Çünkü selâm
Allah'tan başladı Allah'a dönecektir..." (Hattâbî).
"Bunun mânası
şudur: Selâm, Allah'ın isimlerinden biridir. Noksanlardan salim olan
demektir." (Nevevî).
Rasûluüah, ashaba,
selâmı kullara yöneltmelerini emretti. Çünkü Allah bundan müstağni, kullar ise
muhtaçtırlar." (İbnu'l-Enbârî).
Yukarıda da işaret
edildiği gibi, Hz. Nebi Allah'a selâmı nehyettikten sonra, ashabına okumaları
gereken teşehhüdü öğretmiştir. Teşehhüdün menşei ve hükmüne geçmeden önce,
kelimelerinin mânalarının bilinmesinde fayda görülmektedir.(Tehiyyât):
(Tehiyye) kelimesinin çoğuludur. Meşhur manası selâmdır. Ayrıca, Beka, azamet,
âfet ve kusurlardan selâmet ve mülk manalarına da gelir. Bui ada şeklinde tekil
değil de tarzında çoğul kullanılmasındaki hikmet İbn Kuteybe'nin dediğine göre
şudur; Tahiyye sadece sultana yapılır. Ve her sultan için özel bir tahiyye
şekli vardır. Cenâb-ı Allah, sultanların selâmlandığı her türlü selâma lâyık
olduğu için bu kelime çoğul getirilmiştir.
Salevât kelimesi
hakkında da değişik manalar verilmiştir. Bu manalar şu şekilde hülâsa
edebiliriz: Beş vakit namaz, bütün şeriatlerdeki her türlü farz ve nafile,
bütün ibadetler, dualar ve rahmet, tahiyyat kavli ibadetler; salevât, fiilî
ibadetler, tayyibât da; mâlî sadakalardır, diyenler olmuştur.
Tayyibât; sözün güzeli
ve "Allah övülmeye layık" demektir. Bunu, Allah'ı zikir, duâ ve Övgü
gibi sâlih sözler ve sâlih ameller diye rnanaîandıranlar da vardır.
Teşehhüdün buraya kadar
izah edilen bölümünde hitap Allah'a, bundan sonrasında ise, Rasulünedir.
Efendimiz (s.a.v.)e olan hitabımıza, selâm kelimesinin başına (el) takısı getirerek (es-selâmu) diye
başlıyoruz. Harf-i tarif dediğimiz bu vereceğimiz mana, Hz. Nebie vereceğimiz
selâmın şümulüne tesir edeceği için biraz da bu takı üzerinde durmak İstiyoruz.
(el): Ahd için
olabilir. Buna göre mana; "Bütün Rasûllere ve Nebilere yöneltilen selâm
sana, geçmiş ümmetlere yöneltilen de bize olsun" şeklinde olur.
(el); Cins için
olabilir. Bu takdirde "Herkesin bildiği gerçek selâm sana olsun"
şeklinde bir mana vermek gerekir.
(el)i ahd-i hârici
olarak kabul edersek, bu selâm; "...Allah'ın beğenip
seçtiği kullarına selâm
olsun" [Neml
59] âyetindeki selâm olmuş olur.
Teşehhüdün baş
tarafında hitab, gaibe olduğu halde bu bölümde "...sana olsun ey
Nebi" diye muhataba yönelmiştir, halbuki sözün gelişi, hitabın, burada da
"Nebiye selâm olsun" şeklinde gaibe yönelik olmasını gerektirir.
Gâibten muhataba dönüşteki hikmeti Tîbî şöyle îzah etmiştir: "Aslında biz,
Rasûlullahın, ashabına öğrettiği sözün aynını, uyarız. Ama Ariflerin yolundan
gidilerek, gaîbten muhataba intikaldeki hikmetin şöyle olduğunu söylemek de
mümkündür; Namaz kılanlar tahiyyât ile melekût kapısını açmayı isteyince,
kendilerine, ölmeyen Hayy olan. Allah
ın-harimine girmeye izin verildi. Onların jnünâcâtra gözleri parlar ve vardıkları
bu mertebenin, Rahmet ve Bereket nebisi vasıtasıyla olduğunu anlayıp ona döner.
Bu esnada Rasûlullahı Allah'ın hareminde görüp
"Selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketi sana olsun ey Nebi" diye
o tarafa yönelir.
Üzerinde durduğumuz İbn
Mes'ud hadisinin bazı tarîklarında, Hz. Nebi'in huzurunda olunup olunmadığına
göre değişik ifadeler kullanıldığına, Rasulullah ashabla beraberse (selâm
sana...) değilse, (selâm Nebiye...) şeklinde söylediğine dâir ifâdelere
rasatlanmaktadır.Buhâri'de, kitâbu'l istîzân da teşehhüd hadisi sevkedildikten
sonra şöyle denilmektedir: O aramızda iken böyle, ama vefat edince;
"selâm yani nebî'ye derdik." Beyhakî'de ise, "yânî"
kelimesi de kaldırılarak "Resûlullah vefat edince (Nebî'ye selâm olsun) derdik" şeklinde
rivayet edilmektedir. Ancak bu söylenilenler, Resulüllah’ın vefatından sonra
bazı sahabilerin söyledikleridir ve kendi ictihâdlarına dayanmaktadır.
Rasulullah'ın ifadesi, sarılmaya ashabın görüşünden daha çok değer. Ayrıca Hz.
Nebiin sağlığında, sahabiler savaşlarda, seferlerde efendimizden uzakta
oluyorlar ve teşehüdde Hz. Nebiin öğrettiği tâbirinden başka bir şey
söylemiyorlardı. Eğer, Rasûlullah'tan ayrı bulunulduğunda demek gerekseydi,
Nebi bunu sağlığında söyletirdi. Efendimizin böyle bir emri ve işareti
olmadığına göre, onun huzurunda olduğu gibi, gıyabında da denilmesi gerekir.
Hafızın nakline göre,
İbn Abbas; "Biz ancak Efendimizin sağlığında derdik" demiş. İbn
Mes'ûd ise, yukarıdaki metne muvafık olarak, "Biz böyle öğrendik, böyle
öğretiriz" karşılığını vermiştir. Bu ifadelerden anladığımıza göre, İbn
Abbas bu sözü kendi görüşü olarak söylemiş, İbn Mes'ud ise, kabul etmemiştir.
Bunlardan dolayı hiçbir mezhep imamı, teşehhüdün lâfızlarının Rasulullahın
huzurunda ayrı, gıyabında ayrı olacağını söylememiştir.
Teşehhüdde, Hz. Nebie
selâmdan sonra Allah'ın rahmet ve bereketlerinin ona olmasını diliyoruz.
Rahmet: Allah'ın
ihsanı, "berekef'de, Allah'tan gelen her türlü hayır demektir. Bereket,
"hayırda ziyâdelik" diyenler de vardır. Selâm ve rahmet tekil olduğu
halde, bereket çoğul olarak kullanılmıştır. Buna sebep ilk iki kelimenin masdar
oluşudur. Masdarların ise, çoğulları yoktur.
Kul, bunları
söyledikten sonra, kendisi ve diğer sâlih kullara selâm verir. Hz. Nebi,
şerefinden ve ümmeti üzerine olan hakkının fazlalığından dolayı önce sadece
kendisine, sonra herkesin kendi nefsine, daha sonra da sâlih mü'minlere selâm
vermelerini öğretmiştir. Kişinin nefsini öne alması, önce kendisine önem
vermesi gerektiğine işarettir. Kişinin dua ederken önce kendinden başlaması
gerektiğini, söyleyenler bu hadise dayanırlar. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'deki bazı
âyetler de buna delâlet ederler.
Hz. Nebi müslümanlara,
ka'dede okuyacakları şeyi öğretirken, araya bir yan cümlecik sokmuş, "selâm
bizim ve Allah'ın sâlih kullarına olsun" sözünün yerde ve gökteki bütün sâlih
kullarına şâmil olacağını beyân etmiştir. Melekler, Nebiler, sıddîklar hepsi bu
sözün şümulüne girerler.
Hz. Nebi, teşehhüdü
tâlime devam ediyor ve diyerek (şehâdet kelimesini) okuyor. Müslümanlar
arasında meşhur olan teşehhüd işte budur. İbn Mes'ud'dan başka, İbn Abbâs,
Câbir, Ömer, İbni Ömer, Ebû Musa, Âişe, Semure, İbnu'z-Zübeyr, Selmân, Ebû
Humeyd, Ebü Bekir, Hüseyin b. Ali, Talha b. Ubeydillah, Enes, Ebû Hureyre, Ebû
Saîd, Fadl b. Abbâs, Ümmü Seleme, Huzeyfe, Muttalib b. Rabia, İbn Ebî Evfâ
(Allah hepisinden razı olsun) da aynı teşehhüdü rivayet etmişlerdir.
İbn Mes'ud'un teşehhüdü
için, Ebî Bekir el-Bezzâr; "bu, teşehhüd hakkında en sâhîh hadistir.
Yirmi küsur yoldan rivayet edilmiştir." Müslim de "İnsanlar İbn
Mes'ud'un teşehhüdünde icmâ etmişlerdir. Çünkü onun ashabı biri birine muhalif
değildir. Diğerleri ise muhaliftir" demektedirler.
Namaz kılan kimsenin
teşehhüdden sonra dilediği duayı yapabileceği de Nebi tarafından
bildirilmiştir. Namazda dünya veya âhiret işine ait her duanın yapılmasının
caiz olduğunu söyleyenler bu hadise dayanırlar. İbn-i Battal; "Nehâî,
Tavus ve Ebû Hanife buna muhalefet edip, ancak Kur'an'-da olanla duâ edilebilir
demişlerdir. Hanefi fıkıh kitaplarına göre bir kimsenin Kur'an'da gelenden
veya hadîste sabit olandan başkası ile duâ edemeyeceğidir. Fakat hadis oalara
muarızdır" demiş, Aynî ise, bu iddiîayı reddetmiştir.
Hanefî kitaplarında
söylenen, İbn Battal'in dediği gibi değil "Namazda me'sur olan veya
Kur'an'ın lâfızlarına benzemeyen sözlerle duâ caiz değildir" şeklindedir.
Hidâye'de aynen şunlar söylenir: "Kur'ân lâfızlarına benzeyen ve me'sur
olan dualardan istediği ile duâ eder. Fesâddan sakınmak için, insanların
sözlerine benzeyen şeylerle duâ edemez. Bunun için, kullardan istenmesi
müstahil olmayan mahfuz ve me'sur duaları okur." Bedâyi'de de buna benzer
ifâdeler yer almaktadır.
Teşehhüdün hükmüne
geçmeden önce, menşeini de belirtelim;
İbn Melek'in
bildirdiğine göre, teşehhüd ilk defa mîrac'da söylenmiştir. Hz. Nebi
kelimeleri ile Cenab-ı Allah'ı sena edince, Rabbi, karşılığını vermiş ve buna
mukabil Hz. Nebi demiştir. Bu konuşmayı dinleyen Cebrail (a.s.)da
kelimelerini söylemiştir.
Teşehhüdün hükmü
mezhepler arasında ihtilaflıdır: Resûl-i Ekrem'in "Allah'a selâm olsun
demeyin, çünkü Allah'ın kendisi selâmdır. Fakat, biriniz oturduğu zaman şöyle
desin..." diye emir sîgâsım kullanması teşehhüdün her iki ka'dede vacip
olmasını gerektirir. Leys, İshak ve Ebû Sevr bu görüştedirler.
Hanbelîler; son
teşehhüdün rükün olduğunu, dolayısıyla, onun terki ile namazın bâtıl olacağını
söylerler. Bunlara göre birinci teşehhüdün unutularak veya hatâen terki
halinde ise, sehv secdesi kâfidir.
Şâfiilere göre, ikinci
teşehhüd farzdır.
Mâlikîler, her iki
teşehhüdün de sünnet olduğu görüşündedirler.
Haneliler de, Zahiri
rivayete göre her iki ka'dede teşehhüd okumak vaciptir.Bazı rivayetlerde ilk
ka'dede, teşehhüdün sünnet ikincide vâcip olduğu söylenmiş ise de, sahih olan
her iki ka'dede de vacip olduğudur.
Halebî, Münye Şerhi'nde
vâciperi sayarken, "teşehhüd okumak da onlardandır. Çünkü, ilk ve son
ka'delerde teşehhüd vaciptir" der.
Hidâye sahibi de Bâbu
sucûdi's-sehv (sehv secdesin)de her iki teşehhüdün vacip olduğunu ihsas ettirerek
ka'delerden birinde teşehhüdü terkedene sehv secdesini gerekli görmüştür.
Sünnetin terkinden dolayı sehv secdesi lâzım olmadığına göre teşehhüdün vacip
olduğu ortaya çıkmış olur.
Ka'delerde okunacak
teşehhüdün lâfızlarında da ihtilâf edilmiştir. Aslında, rivayet edilen
lâfızların hangisi okunsa namazın sıhhati için yeterlidir. Ancak hangisinin
daha efdal olduğunda görüş ayrılıkları vardır.
Hanefîler ve
Hanbelîlerle birlikte fukâhamn cumhuruna göre; İbn Mes'ud' dan nakledilen
teşehhüd daha efdaldır. Bu, üzerinde durduğumuz hadisde beyân edilen
teşehhüddür. Teşehhüdün sıhhatine dâir bazı rivayetler, yukarıya aktarılmıştır.